Seansta Dil Öncesi
Psikanalizin başlangıcından bu yana, bilinçdışına ulaşmak, bilinmeyeni bilinir kılmak adına, analistin kendini analitik bir araç olarak sunma yöntemi, giderek evrilmiş ve daha derinlikli bir hale gelmiştir.
Psikanalizin ilk zamanlarında, Freud hastalarına hipnoz (katartik yöntem) uyguluyor, hipnotize olamayanların ise alınlarına eliyle baskı yaparak veya başlarını iki elinin arasına alarak gözlerini kapamalarını söylüyor, böylece onları rahatsız eden, hatırlamak istemedikleri düşüncelerin, anıların, dürtülerin akıllarına gelmesini bekliyordu. Belirtilerin (semptom) ilk kez görüldüğü ruhsal duruma dönülmesi amaçlanıyordu. Bu uygulamada hasta, şimdi olduğu gibi, bir divana uzanıyor, Freud yanıbaşında bulunuyor, hatta fiziksel muayene yapıyordu.[1]
Tahmin ediliyor ki, Freud, 1903 tarihinden sonra, hiç hastalarına dokunmadı, gözlerini kapamalarını söylemedi. Hasta divanda uzanmaya devam etti ama kendisi divanın arkasına, onların görüş alanları dışına oturdu. Hipnozu hatırlatan hiç bir şey yapmadı ve yerine serbest çağrışımı koydu.[2] Böylece iki tarafın da kendilerini rahatça düşüncelere ve düşlemlere bırakabilecekleri kişisel alanlar yaratılmış oldu. Strathcey’in yazdığına göre “seans eşit derecede uyanık iki insan arasında konuşma olarak başlıyor ve devam ediyordu, ama bu kişilerden biri yani analist, kendini zihinsel faaliyetlerinden uzaklaştıracak, dikkatini dağıtıcı her çeşit kas etkinliğinden ve duyumsal izlenimlerden kurtarmaya çalışan biri olarak oradaydı”.[3] Freud, daha sonraları yazacağı gibi, dalgalı dikkatle (free floating attention) dinlemek yolu ile, kendi bilinçdışını tamamen hastanın bilinçdışının hizmetine sunuyordu.[4]
Freud’un hastaları, “nevroz” tanımı gereği ruhsal yapıları iyi örgütlenmiş kişilerdi. Öyle ki dürtüsel davranışların, ani eylemlerin yerine “düşünme eylemi” öncelikliydi, ruhsal olan sözel olarak tasarımlanabiliyordu yani simgeleştirme mevcuttu ve anlamlı bağlantılar kurabiliyorlardı. Freud’un dürtü kuramını izleyen ve çocuklarla çalışan Melanie Klein ise, zihnin en ilkel hallerini düşünebilmemizi sağladı. Bilinçdışında simgesel olarak temsil edilemeyen duygu ve düşüncelerin olduğunu ve psikopatolojiye neden olduklarını gösterdi. Bir bakıma Freud yetişkindeki çocuğu keşfettiyse, Klein çocuktaki bebeği keşfetti, denir. Kuramsal olarak Freud’dan ayrılıklarına rağmen, karşı aktarım konusunda onunla fikir birliği içindeydi. Gerek Freud[5] gerek Klein[6] analistin duygu ve düşüncelerinin analitik ortamı bozacağını, analizanın aktarımı ile ilgisi olmadığını, analistin çözümlenmemiş çatışmalarını yansıttığını, hatta analistin tekrar analiz edilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Önemli olan aktarımın anlaşılması ve yorumlanmasıydı.
Klein’ın analizanı ve takipçisi olan Paula Heimann, 1950 yılında yazdığı makale ile karşı aktarımı önemli bir psikanalitik araç olarak işaret etti.[7] Yine Klein’ın analizanları ve takipçileri olan Hanna Segal, Herbert Rosenfeld, Wilfred R. Bion, Klein’ın psikanalize kazandırdığı “yansıtmalı özdeşleşme” (projective identification) kavramını, aktarım karşı aktarım ikiliği içinde ele aldılar ve pregenital dönem patolojilerine ilişkin önemli çalışmalarda bulundular. Sözel olarak temsil edilemeyen ruhsallığın, karşı aktarımın analiz edilmesi ile anlaşılabileceğini gösterdiler. Böylece, sadece hastanın ruhsallığı söz konusu iken, karşı aktarım kavramı ile birlikte analistin bilinçli veya bilinçdışı ruhsallığı analitik bir araç olarak yerini buldu.
Bion ise analist-analizan ilişkisini, analistin düşlemesi (rêverie) üzerinden, hem ruhsallıklar arası (öznellikler arası) bir boyuta taşıdı, hem de duygusal/duyusal (emotional) bir nitelik kattı. Analist, analizanın sadece ifade edemediği değil, aynı zamanda hissedemediği ya da olduğunu bilmediği duyguları da kendi içinde hissetmeli, onunla aynı tınıda (resonance) olmalı, düşünmekten vazgeçip, hastasının bilinçdışından kendi bilinçdışına onun korkularının, çaresizlik, yalnızlık, kayıp duygularının yansıtılmasına izin vermeliydi.
Diyebiliriz ki, önceleri analistin ikincil düşünce süreçlerine dair yorum yapması yeterliyken, karşı aktarım ve analistin düşlemesi analitik çalışmaya dahil olduğunda, analistin birincil düşünce süreçlerine dair de yorum yapabilmesi ve yorum yapma kapasitesini genişletmesi gerekti. Sadece analizanı değil, kendi zihnini, bedenini, algılarını da dinlemek ve anlamak durumuna geçti.
Analistin öznelliğini kullanmasının nedeni, sadece hasta ve analitik durum konusunda bilgi edinmek değil, onlara kendi bilinçdışında olanları anlamaları için yardım etmektir. Analist bunu yaparken kendini açmaktan (self-disclosure) kaçınmalı, psikanalitik çalışmanın temel kuralları olan yansızlık (neutrality) ve yoksunluğu (abstinence) korumalıdır.
AYTEN DURSUN SÖKÜCÜ
İçindekiler
- sunuş –Talat Parman
- önsöz –Ayten Dursun Sökücü
- iç’ten konuşmalar – Nesrin Koçal
- analitik çalışmada rêverie kavramının önemi – Elda Abrevaya
- simgeleştirilemeyenin düşlemesi – Ayten Dursun Sökücü
- gerilemenin peşinden düşlemeden biçimleyiciliğe – Talat Parman
- adlandırılamayan dehşet – Ayşe Kurtul
- seansta sözün ötesi/sözün öncesi – Feramerz Ayadi
- olma ve yapma üzerine – İshak Sayğılı
- ayrı bedenler – Gökçen Yıldız
- dil öncesini inşa etmek – Alper Şahin
dosya ötesi
- haset ve psikanaliz kurumlarındaki akıbetleri H. Shmuel Erlich/ ÇEVIREN: Pınar Padar
- freud ve ferenczi arasındaki tarihi ihtilafın temelindeki tekinsiz boyut- Thierry Bokanowski / ÇEVIREN/ Sevil Uzunoğlu
- uluslararası psikanaliz birliği toplum içinde ipa ödülleri
- ingilizce özetler
- etkinlik duyuruları