Psikoz
PSİKANALİZ YAZILARI - 43
Freud’un daha psikanalizi resmen keşfetmesinden yıllar önce psikozun kliniği ile ilgilenmeye başladığını biliyoruz. Freud, ruhsallık içerisinde yer alan pek çok konuya, rüyalar gibi, yalnızca bir klinisyen hekim olarak değil, arkasında yatan gizemlere büyük ilgi duyan bir antropolog, hatta yer yer bir gizemci edasıyla yaklaşmıştır. Hem Rüyaların Yorumu’nun birinci cildinde, hem de Giriş Konferansları’nın rüyalar ile ilgili bölümünde, tarihin çok eski çağlarından bu yana insanların bu konulara duyduğu ilgiyi dile getirmiştir. Freud’un açıkça dile getirdiği şekliyle rüyalar ve aynı düşünce zincirini takip edecek olursak psikoz gibi yoğun regresif süreçler, simgeleştirme sayesinde insanların üzerinde hemfikir olduğu dış gerçekliğin sınırlarının ötesinde, derin ruhsallığa ait izlenimler vermektedirler. Bu izlenimler, ruhsal kökenlerimize dair daha dolaysız deneyimler sunduğu müddetçe gizemciliğin ve hatta teolojinin alanına girmişlerdir. İçkin bir deneyim olarak varoluşumuzun (hem ruhsal, hem de fiziksel; bu iki kategorinin belli bir perspektifte bu kadar net ayrıştırılamadığını da hatırlatarak) yapı taşlarını oluşturan ruhsal olgular bir bakıma “öbür âlem” ile ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle rüyalar konusu gibi, psikoz konusuyla da uğraşırken insanoğlunun adını kolaylıkla telaffuz etmekten kaçındığı, korku ve merakın birbirine karıştığı bir alana el atmaktayız.
Psikoz konusuna bu denli temkinli bir yaklaşım, psikanaliz tarihi içinde de kendini göstermiştir. Freud’un erken klinik deneyimlerinde psikozların (o dönemki adlarıyla, Kraepelin’in Dementia Praecox ile paranoya gibi klinik olgular) önemli bir yeri olsa da psikanalitik tekniğin oluşum sürecinde tedavi kapsamından çıkarılmışlardır. Hipnoz ve katartik metodu kullanarak histerik hastalarla çalışmaya başlayan Freud, bu hastaların kolaylıkla telkin edilebildiklerini, bu nedenle de hipnoz altında unutulan travmatik anılara kolayca ulaşılabildiğini iddia etmiştir. Daha sonra aktarım nevrozu olarak tanımlayacağı bu hasta grubunun (histeri, obsesif nevroz ve fobik nevrozlar bu grubu oluşturmaktadır) tedaviden yararlanabileceğini öne sürmüştür. Buna karşın, psikozun alanı içinde yer alan narsisistik nevrozlar olarak nitelendirdiği hasta grubunun psikanalitik tedaviden yararlanamayacağını iddia etmiştir. Böylece temel ruhsal devinimlere ilişkin Freud’un ilk fikirlerinin yeşermekte olduğunu görüyoruz: Nozolojik olarak, aktarım nevrozu – narsisistik nevrozlar, ruhsal devinim açısından ise nesne yatırımı – narsisistik yatırımlar şeklinde ayrışan ikiliklerden söz etmekteyiz. Bu ayrıma göre narsisistik nevrozlar nesneye, tedavide de hekime, yatırımı sınırlı olarak yapabilmektedirler; bu yüzden de psikanaliz onlar için iyi bir çözüm değildir. Freud’un konuya yaklaşımını kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.
Ancak zaman içerisinde psikanaliz kliniğinin geldiği nokta Freud’u büyük ölçüde haksız çıkarmış, psikotik ve regresif olgularla da psikanalitik çalışmanın mümkün olabileceğini ortaya koymuştur. Bu değişikliğin nedenlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
Her şeyden önce Freud’un kaleme aldığı bazı vakaların aktarım nevrozu sınırlarında kalmadığını söyleyebiliriz. Kurt Adam vakası, zaman zaman halüsinasyonlarla birlikte oldukça regresif ve hatta zaman zaman psikotik bir hastanın özelliklerini göstermektedir. Bunun yanı sıra histerik olarak nitelendirdiği vakalarda bile, tedavi süreci içinde çeşitli regresif devinimlere, psikotik tablolara rastlanmaktadır. Belki de Kurt Adam gibi narsisistik nevroz olarak tanımlanabilecek olgulardan öte, ikinci olarak saydığım nevrotik vakalardaki regresif geçişler daha büyük önem taşımaktadır. Bu bize şunları göstermektedir: Psikotik olarak tanı almayan kişilerde bile regresif ruhsal süreçlere ve akut psikotik tablolara rastlanabilmektedir. Böylece yıllar sonra Bion’un tanımlayacağı “kişiliğin psikotik ve psikotik olmayan tarafları” düşüncesi Freud’un vakalarında da karşımıza çıkmaktadır. Buna ek olarak, Freud’un klasik tekniğe zaman zaman modifikasyonlar yaptığına da tanıklık etmekteyiz. Buna örnek olarak, Kurt Adam’ın analizine önceden bir bitiş tarihi koyarak (Bir yıl sonra bitecek!) tekniğinde bir değişikliğe gitmiş olmasını verebiliriz.
Freud’a ikinci bir itiraz ise, çocuk analizlerinden ya da doğrudan anne-bebek çifti gözlemlerinden edinilen bilgiler ışığında yapılabilir. Özellikle İngiliz psikanalistlerin görüşleri ve erken nesne ilişkileri kuramları, kişiliğin hem en eski dönemlerine ait bilgilerimizi artırdı hem de psikotik olguları -psikotik nesne ilişkilerini- daha iyi anlayabilmemize yardımcı oldu. Yeni bulgular ışığında, içselleştirilmiş arkaik nesne ilişkilerinin, yalnızca psikoz tanısı almış ya da klinikte regresif hasta grubu olarak tanımlayabileceğimiz kişilerde bulunmadığı, herkesi kapsayacak biçimde tüm bireylerde ruhsal yapının temellerini oluşturduğu anlaşılmıştır. Bu durumda, psikoz olgusu, aynı zamanda derinlemesine yapılacak her analizin konusu haline de gelmiştir. Bion bunu “kişiliğin psikotik olan ve psikotik olmayan parçaları” şeklinde kuramlaştırırken, Winnicott analizin, çok erken dönem nesne ilişkilerini yeniden harekete geçirdiğini, bu durum karşısında analistin “yeteri kadar iyi anne” kavramı üzerinden hastasına, onun gereksinimleri doğrultusunda eşlik etmesi gerektiğini savunmuştur.
Psikanalizde yeşeren yeni düşünceler teknikte de önemli değişikliklere yol açmıştır. Freud’un tekniği adım adım nasıl geliştirdiğini anımsayacak olursak, psikanalizin ilk yıllarında Freud‘un, aktarımın analiz karşısında bir engel olduğunu savunduğunu ancak ileriki yıllarda, aktarımın incelenip yorumlanmasının tekniğin vazgeçilmez bir parçası olduğunu belirttiğini görürüz. Aynı şekilde, karşı aktarım Freud tarafından kaçınılması gereken bir olgu olarak ele alınırken, sonradan her analistin vazgeçilmez bir aracı haline gelmiştir. Özellikle nesne ilişkileri üzerine bilgilerimiz arttıkça, aktarım-karşı aktarım ilişkisi analizde daha büyük bir dikkatle ele alınmaya başlanmış ve bu ilişkinin, analizanın erken dönem nesne ilişkilerini anlayabilmede vazgeçilmez bir araç olarak kullanılabileceği ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yıllarda Amerika’da Harold Searles, buna ek olarak Margaret Little, Herbert Rosenfeld gibi analistlerin vardıkları nokta “psikotik aktarım ilişkisi” kavramını da doğurmuştur. Psikanalizin ilk yıllarında Freud’un, ‘Aktarım ilişkisi kuramadıklarını savunduğu için psikotiklerle analitik çalışma yapılamaz’ iddiası bu şekilde kökten değişmiştir. Psikotiklerin, aktarım nevrozlarında görüldüğü şekliyle nesne yatırımı yapamadıkları düşüncesi, bu gruptaki hastaların hayatın ilk anlarına özgü nesne yatırımları yapabildiği düşüncesiyle değiştirilmiştir. Benliğin henüz tam bir bütünlük kazanmış olmaması nedeniyle regresif hastanın dünyası, süreğenleşmemiş nesne tezahürlerinden ve ayrıştırılamayan duyusal deneyimlerden oluşmaktadır. Winnicott’un “Primitive Emotional Development” makalesi, Bion’un şizofrenik düşüncenin gelişimi üzerine yazdıkları, Thomas Ogden’ın Klein’ın paranoid-şizoid konumundan daha erken bir döneme yerleştirdiği otistik bitişik konumu (autistic contiguous position), David Rosenfeld’in akışkan ve tübüler beden imgesi olarak tarif ettiği psikotik nesne tasavvuru; tüm bu tanımlar, her kişinin bireysel tarih öncesine ait, en eski katmanları tanımlayan düşünceler olarak psikanaliz literatürüne eklenmiştir.
Klasik psikanalitik tekniğin merkeze koyduğu Oedipus karmaşası, anne-bebek gözlemleri, otistiklerle yapılan çalışmalar ve psikotik durumların psikanaliz kliniğine girmesiyle birlikte ağırlık merkezini anne-bebek ilişkisine doğru kaydırdı. Meltzer, Tustin, Bick ve D. Rosenfeld, çalışmalarıyla erken dönem anne-bebek ilişkilerine dair ayrıntılı tablolar ortaya koydular.
Freud ve Spitz, insan hayatının başlangıcını tümüyle fizyolojik bir varoluş olarak tanımlarlar. Duyusal izlenimlerin henüz ruhsal bir niteliği yoktur. En ilkel düzeyde anlam, ya da bir başka deyişle ruhsal anagramlar, gerilimin birikmesi ve sonrasında boşalımı üzerinden oluşmaya başlarlar. İlk bellek izleri tümüyle ayrıştırılamayan bir varoluş düzleminde kayda geçerler. Yani ilk duyusal hafıza izleri; bedensel kaynak, uzay-zamansal konum ve aidiyet açısından ayrıştırılamayan, herhangi bir yere konumlandırılamayan niteliktedirler. Duyumların büyük oranda ayrıştırılabilmesi, ben-öteki ya da ben-dünya ayrımlarının daha belirgin bir biçimde yapılabilmesi için yenidoğan, hayatında ilk altı ayın geçmesini beklemek zorunda kalacaktır. Hayatın ilk anlarına ilişkin bu deneyimler, her tür ruhsallığın zemininde varlığını sürdüren, fizyolojik varoluş, basit biriktir-boşalt şeklinde tanımlayabileceğimiz devinimler ve bildiğimiz anlamda uzay-zaman kavramlarının bulunmadığı bir varoluş düzeyini oluştururlar.
Psikanalizin bilgi birikimine eklemlenen bu görüşler kuşkusuz klasik tekniği de derinden etkilemiştir. Freud’un öngördüğü klasik teknikte analist, bir radyo alıcısı gibi hastanın söylediklerini alan ve bunlara sembolik düzeyde yorumla karşılık veren bir konumdadır. Ancak hayatın yukarıda sözünü ettiğimiz kadar erken dönem yaşantılarında, sembolik işleyişin daha henüz teşekkül etmediği dönemlerine ait travmatik deneyimlerin sembolik yollarla ifade edilemeyen, ruhsal uzayda adeta karadelikler gibi [Karadelik tabirini kullanırken Lacan’ın forklüsyon (davanın düşmesi) kavramından yararlandığımı belirtmek isterim], anlamın ve sembolizasyonun içine çekilerek yutulduğu salt dürtüsel enerjinin devindiği boşluklar oluşturduğunu söyleyebiliriz. Uzaydaki kara delikler nasıl çevresindeki uzay-zamanı büküyorlarsa, bu yoğun enerjiye sahip ruhsal girdaplar da algı-bilinç sistemini deforme eder ve kuramsal fiziğin iddia ettiği solucan deliği gibi ruhsallıkta kısa devrelere sebep olurlar; bir başka tanımla, ruhsallığın merkezine, regresyona açık, kestirme yollar sunarlar. Çok erken dönem travmatik yaşantılara açılan çağrışımsal yollar, güncel deneyimi, arkaik boşlukların girdabına sokarak ilksel dönemlerin ruhsal koşullarına geri götürür. Bu koşullar altında analistin sözel-dil üzerinden vereceği her tepki de büyük oranda bu girdap içerisinde kaybolacaktır. Teknikteki modifikasyonları ele alırken Winnicott’un görüşleri ön plana çıkmaktadır. Winnicott, hastalarının gereksinimlerini dikkatlice takip ederek, yavaş yavaş onları klasik çerçeveye uygun hale getirmekten söz etmektedir. Hasta klasik çerçeveye uygun duruma gelene kadar Winnicott, yeterince iyi bir anne gibi doğrudan sözel düşünceden oluşmuş bir yorumun dışında kalan tepkilerle de hastalarına eşlik etmektedir. Bu sayede hastalarına, sembolik düşüncenin içinde gelişebileceği bir alan, kendi tabiriyle bir geçiş alanı oluşturabilmelerine olanak sağlamaktadır. Bu geçiş alanı Freud’un tanımladığı önbilinç ile benzerlikler gösterir ve hem iç dünyadan gelen dürtüsel uyaranlara, hem de dış dünyadan gelen her türlü uyarana karşı bir koruyucu kalkan vazifesi görür. Freud’un önbilincin üzerine yerleştirdiği algı-bilinç sisteminin de bir kalkan vazifesi gördüğünü unutmuş değilim, ancak iç dünyadan kaynaklanan dürtüsel enerjinin yaratabileceği dehşetler hesaba katıldığında, önbilincin asıl ağır yükü omuzladığını söyleyebilirim. Bu bilgileri göz önünde tutarak, inşasına katkıda bulunacağımız geçiş alanı ya da önbilinç sistemini nasıl onarıp yeniden yapılandırabiliriz sorusu, psikanalitik teknik bağlamında akla gelmektedir.
Klasik yöntemde halihazırda işleyen bir önbilinç sisteminin varlığı üzerinden hareket ettiğimizde, bu sistem içindeki sembolik dönüşümlerin yorumlanmasıyla tekniğimizi sınırlandırabiliriz; en azından Freud’un iddia ettiği buydu. Ancak regresif olgularda bunun başarılamadığı ya da ancak sınırlı sonuçlar elde edilebildiği tecrübe ile ortaya konmuştur. Bu durum analisti bir yenidoğan annesinin üstlenmesi gereken vazifelerle de yükümlü kılar. Annenin yalnızca konuşması yeterli değildir; aynı zamanda önbilincin henüz tam yapılanmadığı dönemlerde anneye uzaktan bir önbilinç olma sorumluluğunu da yükler. Anne, içeriden ve dışarıdan gelen uyarımlara karşı bir koruyucu kalkan görevini üstlenir. Bir zamanlar annenin yapması gereken bebeği adına hayal edebilme yetisini, analist hastası için devreye sokar. Analist, yenidoğanın annesi gibi, hastasını içine düştüğü salt dürtüsel devinimlerin oluşturduğu karmaşadan kurtarmak için, kendi hayal gücünü kullanarak, hastanın o an içinde bulunduğu durumu hayal ederek ona tahammül gücü vermeye çalışır. Bu düzeyde oluşan bir iletişim, kendi özel doğası gereği, klasik psikanalitik çerçeveden ayrılıklar gösterir. Örneğin, divan yerine yüz yüze yapılan seanslar ile hastaya analist üzerinden bir nesnel ve süreğen dünya algısı, analistin fiziksel varlığının görünür olması sayesinde sunulur. Analist çok daha aktif, konuşan, duygularını gösteren bir tavır içindedir. Her türlü ilksel fantezi (bir olma, füzyon, yok etme) bu çerçeve içinde deneyimlenir ve yorumlanır. Britanya ekolü ise divan kullandığı seanslarda, ilişkinin sürekliliğini artırılan seans sayısı ile sağlamaya çalışır.
Kuşkusuz psikotikler ve ağır regresif hastalarla yapılan çalışmalar sayesinde, tabii buna çocuk analizlerini de eklemeliyiz, ruhsallığın derinlikleri üzerine bilgimiz artacak ve böylelikle mevcut kuramları ve klinik yöntemleri yeniden gözden geçirmek zorunluluğunu hissedeceğiz.
FERAMERZ AYADİ
İçindekiler
sunuş
BEHİCE BORAN
önsöz
FERAMERZ AYADİ
varlık ve psikoz
FERAMERZ AYADİ
alexandre ya da geri kazanılan düş deneyimi
ALAIN GIBEAULT / ÇEVİREN / İREM GÖKSU
şizofrenik hastadaki depresyon üzerine bir not
MELANIE KLEIN / ÇEVİREN / ALİ ALGIN KÖŞKDERE
psikotik durumda düşlerin anlamı:
kuramsal değerlendirmeler ve klinik uygulamalar
PAOLA CAPOZZI, FRANCO DE MASI / ÇEVİREN /SİNEM ÖZTEP
içe çekilme ve gerileme
DONALD W. WINNICOTT / ÇEVİREN / ZÜMRÜT BULAMUR AYADİ
çocukta psikotik durumlar
FUNDA AKKAPULU
psikoz spektrumu
AYLA YAZICI
dosya ötesi
covid-19 zamanında yeni bir uygarlık ve huzursuzlukları mı?
HERIBERT BLASS / ÇEVİREN / DENİZ COŞAN
telepsikanaliz ve kurulum
ATHANASIOS ALEXANDRIDIS / ÇEVİREN / HÜNER AYDIN
psikanaliz üzerine
SIGMUND FREUD / ÇEVİREN / EVREM TİLKİ
haz ilkesinin ötesinde’de zihinsel topografi ve işleyiş kuramına gizil bir katkı
İLKER ÖZYILDIRIM